Balığın büyüğünü mü yoksa küçüğünü mü seversiniz?
Ben küçük balıkları tercih ederim!
Hem daha lezzetli olurlar, hem de büyüklere nazaran daha temizdirler.
Temiz lafını biraz açmam lazım galiba!
Denizlerin pisliği malumunuz. Sadece bizim denizlerden söz etmiyorum.
Tüm dünya denizlerinde pislik diz boyu. Ağır matellerden, civaya, petrol
artıklarından, kanalizasyon döküntülerine kadar aklınıza ne kadar pislik
gelirse denizin içinde.
Balık ne kadar büyükse bu pislikten aldığı pay o kadar fazlalaşıyor. Ne
kadar küçükse kirlenme oranı da o kadar az oluyor.
Küçük balıkları daha çok seviyorum diyorsam da bundan lüfer ızgaraya
hayır dediğim anlaşılmasın! Veya takoz doğranmış palamutun ızgarasına.
Veya kalkana!
Sık olmamakla beraber mevsiminde onların da tadına bakarım.
Ama Boğaz’da çapari ile tutulmuş çıtır istavriti her gün önüme koyun yerim.
Hele bunlar kıraça ise tadına bir türlü doyamam.
Gençlik yıllarımda ben de Boğaz kıyısı balıkçılarından birisiydim. Daha çok
Çubuklu sahilinde oltamı sallardım. Kafamdaki tüm dertler bir anda silinir,
aklım oltanın ucundaki balıklara takılır kalırdı.
Yeteri kadar istavrit yakaladıktan sonra evin yolunu tutardım. Eve varmadan
bir manava uğrar, taze soğanı, kıvırcığı, kırmızı turpu da ipe dizdirirdim.
Rakı zaten evde her zaman hazır beklerdi.
Küçüklerden İzmarit de favorilerim arasındaydı. Onu yemle yakalardım.
Çok akıllı bir balıktı. Yemi tırtıklaya tırtıklaya bitirirdi.
Sonunda galip gelen ben olurdum. İzmarit lezzetlidir ama hazırlanması zor
bir balıktır. Tavaya atmadan önce, pullarını iyice kazıyıp, kalın derisini
sıyırıp çıkarmanız gerekir. Buna tulum çıkarmak denir. Eğer acemi iseniz,
derinin altındaki yağıda söker alır ve balığın tadını kaçırırsınız.
Onun için ben de derisiyle kızartırdım genellikle.
Ağustosta ortaya çıkan “ateş balığı” sardalye de sevgililerimden biridir.
Onun asma yaprağına sarılmasına, ızgarada kızarırken yaprağın ekşiliğini
içine çekmesine, sonra ortaya çıkan yağlı dumanlı lezzetine hep şapka
çıkarmışımdır.
Osmanlı’nın “Tekfur Balığı” yakıştırmasını uygun gördükleri Tekir de küçük
balıkların prensesidir. Naziktir, lezzetlidir. İnsan onu yerken denizi yediğini
sanır. Öylesine iyot kokar.
Mezgit de yumuşacık etiyle insanın damağını bayram yerine çevirir.
Tekir ile Mezgit kızarmasını en iyi Amasralılar yapar. Özel tavalarda öyle bir
kızartırlar ki, ortaya çıkan lezzet insana feleğini şaşırtır.
Karadenizlilerin büyük aşkı hamsiye ben de kara sevdalıyımdır. Onun her
türlüsünü severim. Mısır ununa bulanıp kızarmışını, tavasını, ızgarasını,
pilavlısını, ekmeğin içine girmiş halini, salamurasını…
Yerim yerim de doyamam bir türlü!
Bahar başında arz-ı endam eden Gümüş’ü anmadan geçmek olur mu? O
da küçük balıkların güzel prensesidir. Onun “boklu kebabına” bayılırım.
Hafif acımsı tadının damağımla oynaşmasına bayılırım.
Küçük balıkların en canavarı “çarpan balık” iskorpittir. Uzaylıya benzer. Sırt
yüzgecindeki kılçıklar zehirlidir. Battığı zaman epey acı verir. Ben bu acıyı
bir kaç kere tattım, bilirim! İskorpit çirkindir ama lezzetlidir. Tavası
meşhurdur. Tadı Kırlangıcın tadını andırır.
Bütün bu küçük balıklara hasret kaldım. Satan ayıklamıyor, ayıklatsan
kızartma kokusu evden üç gün çıkmıyor.
Ben küçük balıkları seviyorum ama balık lokantaları sevmiyor!
Ucuz diye satmaya yanaşmıyorlar. Kaç tane lokantayla bu yüzden kavga
ettim. “Yap bir tava mezgit, levrek parası vereyim” dedim ama o bile fayda
etmedi.
Ben de artık balık lokantasına gittiğim zaman meze yiyip kalkıyorum. Büyük
balıklara yüz vermiyorum.
İntikamımı böyle alıyorum.
Mehmet Yaşin