Fazla kilolarımı verememe telaşı, beni çeşitli çözümler aramaya yöneltti. Beslenme biçimimi kökten değiştirmenin bir faydası olur muydu acaba?
Örneğin vejetaryen olabilir miydim mesala!
Bu çeşit beslenen bir çok tanıdığım vardı. Hepsi de sırım gibiydi maşallah. Vücutlarında bir gram dahi yağ yoktu. Üstelik akıl sağlıkları da yerli yerindeydi.
Hatta bazıları süper zekalıydı.
Tek dezavantajları biraz sinirli olmalarıydı. Hele beslenme şekillerine eleştiri gelince saldırgan oluyorlardı!
Diyeceksiniz ki bu kadar hata kadı kızında da olur!
Vejetaryenler, hayvanların kesilirken çok acı çektiklerini savunuyorlardı. Oysa bitkilerin acı reseptörleri yoktu. Yani besin maddesi tarladan, bahçeden tabağa gelinceye kadar hiç bir vahşi eylem gerçekleşmiyordu.
Bir başka teze göre ise et yiyen bireyin karbon izi 3.3 ton sera gazı iken, vegan bireyin ayak izinin bunun tam yarısı, yani1.5 ton sera gazı olduğu öne sürülüyordu.
Yani insanlar vejetaryen beslenme biçimini benimserlerse dünya kurtulabilirdi.
Bu tezler, kafamı iyice karıştırdı.
Sadece bitkilerle beslenirsem, öncelikle fazla yağlarımdan kurtulacaktım. Sonra da dünyanın daha temiz olmasına katkıda bulunacaktım.
En önemlisi o kuzucukların, oğlakların, süt danalarının, kart sığırların, domuzcukların, oltanın ucunda çırpınan balıkların acı çekmesine mani olabilecektim.
Yani artık, kebaba, tandıra, köfteye, kaburgaya, lüfer ızgaraya, hamsi tavaya, asma yaprağına sarılı sardalyeye veda etmem gerekiyordu.
Bu gerçek içimi titretti.
Böylesine yüksek bir iradeyi gösterebilir miydim?
Et mi bitki mi konusunda kararımı vermeden önce, bitkilerin acı çekip çekmediği, hislerinin olup olmadığı konusunda bir araştırma yapmaya niyetlendim.
Bu araştırmaya niyetlenince, aklıma hemen kayınvalidem geldi. Rahmetli, eline bahçe makasını alır, saksılardaki bitkilerin üstüne yürür, “eğer çiçek açmazsanız sizi keserim” diye onları korkuturdu.
Bu tehdit gerçekten de işe yarıyordu sanki! Çiçekler peş peşe açmaya başlarlardı.
Sonra, Bengal asıllı bilim adamı Jagadish Chandra Bose’nin, yüzyılın başında yaptığı çalışmaları okudum. Bose, 1902’de yazdığı bir kitapta bitkilerin acı çektiklerini yazmıştı. Bunu okuyunca hayret etmiştim.
State University of New York’ta öğretim üyesi olan doğa bilimci Ian Baldwin ise araştırmalarının sonunda şu cümleyi kuruyordu: “Bitkiler olaylara tepki vermekle, acı çekmekle kalmıyorlar, onların hafızaları da var.”
Gelde çık işin içinden.
Sonra Bonn ve Misouri Üniversiteleri’nin çalışmaları gözüme çarptı.
Okuduğum raporlarda bilimsel bir çok karmaşık cümleyle karşılaşıyordum. Doğal olarak pek anlamıyordum. Anladıklarımın özeti ise şöyleydi:
- Saldırıya maruz kalan bitkilerin tüm yüzeylerinden etilen adlı koruyucu bir gaz salgılanıyor.
- Bitkilerde, insan ve hayvanların sinir sistemiyle rekabet edecek düzeyde gelişmiş bir sinyal sistemi bulunuyor.
- Yaprakları koparılan veya bozulmaya başlayan bitkiler ağlıyorlar. Sağlıklı bitkiler, baloncuklanma gibi bir ses çıkarıyorlar, eğer bitki tehdit altındaysa bu ses cırlamaya dönüşüyor..
- Küstüm otu kendini korumak için en ufak dokunma karşısında yapraklarını hemen kapatıyor. Kadın Tuzluğu tehlikeyi sezdiğinde taç yapraklarını kilitliyor. Bir süs bitkisi olan Maranta, kendisi için uygun bir yere konmadığında, yapraklarını aşağı sarkıtarak hoşnutsuzluğunu gösteriyor.
Buraya kadar olan kısımda, bitkilerin tehlikeye karşı önlem aldıkları, çığlık attıkları, sinir sistemlerinin olduğu konularında şaşırtıcı bilgiler edindim.
Sonra elime biyolog Daniel Chamovitz’in, “Bitkilerin Bildikleri” adlı kitabı geçti.
Yazar, kitap boyunca bitkiler üzerinde yapılmış araştırmalardan yola
çıkarak enteresan diyebileceğim bilgilere götürüyordu.
Mesela, bitkilerin nasıl gördüğüne dair bölümde, şöyle bir keşiften bahsediliyordu; “Biliminsanları bitkilerin ışığın hangi rengini gördükleri konusuyla da ilgiliydi. Keşfettikleri şey şaşırtıcıydı: Deneye tabi tutulan bitkilerin istisnasız hepsi, geceleri yalnızca kırmızı ışığa tepki vermişti. Geceleri yakılan mavi ve yeşil ışığın hiçbiri çiçeklenmiş bitkileri etkilemiyor, ama birkaç dakikalığına yakılan kırmızı ışık onları etkilemeye yetiyordu.”
Yazarın ifadesiyle durum kısaca şöyleydi: “Bitkiler renklere göre farklı tepkiler vermekteydi: Hangi yöne doğru eğileceklerini anlamak için mavi ışıktan, gecenin uzunluğunu ölçmek içinse kırmızı ışıktan yararlanıyorlardı.”
Bitkiler ayrıca koku da alıyorlardı. Chamovitz kitapta bunu şu örnekle açıklıyordu; “sert bir armudu olgun bir muzla aynı pakete koyduğumuzda, muz etilen yayar, armut bunun ‘kokusunu’ alır ve çabucak olgunlaşır. İki meyve fiziksel durumlarının bilgisini birbirlerine aktarır.” Yani böylece iki bitki arasında bir etkilenme oluşuyor ve etilenin kokusunu algılayan olgunlaşmamış meyve ermiş hâle geliyordu.
Bitkilerde kokuya tepki verme konusunda önemli örneklerden birisi de “Küsküt” adı verilen bitki ile ilgiliydi. Küsküt, asalak bir bitki ve kitapta bahsedildiğine göre, domates ve buğday “seviyor”du. Yaşamak için başka bir bitkinin varlığına gerek duyan küsküt, anlaşılan çeşitli hareketlerle etrafını kolaçan ediyor ve domates fidesini bulup ona sarılana kadar araştırmadan vaz geçmiyordu.
Sarıldığı fideden besinini emen küsküt, “bağbozan” olarak da biliniyordu. Çünkü kendisi yaşarken sarıldığı bitkiyi soldurabiliyordu. Bu bitki ile ilgili epey ilginç olan şey ise diğer sevdiği bitki olan buğday ve domates arasında tercih yapmak zorunda kaldığında domatesi seçmesiydi.
Kısacası küsküt, hayatta kalmak ve besin bulmak için kokulardan yararlanırken, iki bitki arasından bir diğerini seçebiliyor, domates kokusu içeren parfümlerle yapılan deneyler de bu konuda bize göstergeler sunuyordu.
Anlaşıldığı kadarı ile bitkiler tehlikeyi seziyor, çığlık atıyor, acısını sessizce dillendiriyor, duyuyor ve kokluyordu.
Yani sandığımız gibi duygusuz değillerdi.
Tüm bunları öğrenince kararsız kaldım!
Et yemeğe devam edip hayvanlara eziyet edilmesine suç ortaklığı mı etmeliydim, yoksa vejetaryen olup, bitkilerin sessiz çığlıklarını duymamazlıktan mı gelmeliydim!..
Zayıflayım derken, çözülmesi zor bir ikilem içine düştüm.