Her ne kadar yeni adı “1924” olsa da, herkes orayı Rejans diye biliyor. Çünkü neredeyse 80 yıl bu isimle anılmış. Yerini orta yaşın üstündekilerin çoğu bilir ama genç kuşağa tarif edeyim yine de: İstiklal caddesinde, St. Antoine Kilisesi’nin tam karşısındaki Olivya geçitinin bittiği yerde.
Biraz geçmişinden bahsedeyim: 1932 yılında Sovyet devriminden kaçan üç arkadaş tarafından kurulmuş. İlk adı: “Rejans Lokantası ve Çay Bahçesi.”
Kısa zamanda, “savaş öncesi İstanbul karanlığını aydınlatan romantik bir ışık” haline dönüşmüş. Devrimden kaçan Grand Dük eskileri, burada garson olarak çalışmış. İstanbul’da cirit atan casusuların, Hitler’den kaçan bilim adamlarının, devrimden kaçan Rus asillerinin buluşma yeri olmuş. Daha sonra Türk yazar, çizerleri de burayı mekan tutmuş. Rejans’a gelen en ünlü Türk ise Atatürk olmuş. Kapının girişindeki masası bugün bile yerinde duruyor. Masanın üstüne ise “sonsuza kadar rezerve” uyarısı konmuş.
Rejans, 1976 yılındaki yangından sonra kapılarını kapatmış. Daha sonra Nevit Ahmet Sezener lokantayı devralmış. 1980’li yıllarda ise en parlak günlerini yaşamış.
Ben işte bu parlak günlerinde tanıştım Rejans’la. O yıllarda bu lokantada buluşmanın, sarı votka içmenin, entelektüel sohbetler etmenin çok moda olduğunu hatırlıyorum. Kimler yoktu ki: Ünlü gazeteciler, yazarlar, tiyatrocular, ressamlar, üniversite hocaları… Müşterilerin bir bölümü de bu meşhur insanlarla karşılaşmak için gelirdi.
Rejans 2011 yılında kiracı-ev sahibi uyuşmazlığı yüzünden kapılarını bir kez daha kapattı. Ta ki geçen aya kadar. Bu kez Rejans için kollarını sıvayan kişi, 1997 yılından beri Türkiye’de yaşayan Güney Afrikalı şef Mike Norman oldu.
Açıldığını duyar duymaz soluğu orada aldım. Niyetim, geçmişime lezzetli bir yolculuk yapmaktı. Salona çıkan merdivenlerin her basamağında durmak zorunda kaldım. Çünkü duvardaki her fotoğraf geçmişe ait bir şeyler anlatıyorlardı.
Kırmızı kadife perdeyi aralayıp, salona girdim. Masa düzeni, yerdeki süslü çiniler, çekme kattaki balkon, Atatürk’ün masası, arkası numaralı tonet iskemleler hep geçmişi çağrıştırıyordu. Sadece karşılıklı duvarlara büyük aynalar asılmıştı.
Kapının girişinde, sağda ve solda yer alan iki camlı dolapta, geçmişte kullanılan kadehler, çatal, bıçak ve kaşıklar sergileniyordu.
Önce Mike Norman üstlendiği projeyi anlattı. Geçmişi canlandırabilmek için bir çok antikacı dolaştıklarını, gümüş şamdanları, o döneme ait çatal, bıçak ve kaşıkları teker teker topladıklarını belirtti.
Mutfağı Ukraynalı bir kadın şefe emanet ettiğini söyleyen Norman, mönüyü hem klasik hem de modern Rus yemeklerinden oluşturduklarını söyledi.
Masaya önce Votka arabası yanaştı: Sarı votka, enginarlı, vişneli, kızılcıklı, yeşil cevizli, kuru erikli, tarçınlı,anasonlu, vanilyalı, somonlu votkalar sıra sıra dizilmişti. Her zamanki gibi tercihimi klasik sarı votkadan yana kullandım.
Mönüde klasik ve modern yemekler Mike Norman’ın dediği gibi yanyana sıralanmıştı. “1924 Tadım Mönüsü” geçen yılları anımsatıyordu: Borç çorbası, Vareniki mantı, dana Strogonof, tavuk Kievsky, ev turşusu.
Ben mönüden seçmece yaptım: Önden küçük sıcak bilinilerle tarama, tavuk Kievsky, tadımlık dana Strogonoff, çıtır ördek salatası.
Yemekler gelince, sarı votkayı bırakıp şaraba geçtim. Şarap mönüsü oldukça zengin, fiyatlar makuldü. Listeden kırmızı Gürcü şarabını seçtim. Gürcü şarapları hakkında uzun zamandan beri övgüler duyuyordum ama tatma fırsatını bulamamıştım. Gövdeli, yakut kırmızısı, kırmızı meyve kokulu bir şaraptı. Beni mutlu etti.
Çıkarken biraz çakırkeyif olduğumu hissettim. Geçmişin anıları, lezzetli yemekler, Gürcü şarabı, tabii ki bir kaç sarı votka, birleşip keyifli bir sarhoşluğa sebep olmuşlardı.