Oraya gitmeden bile Batum’un ne kadar yeşil olduğunu görmüştüm. Bir Karadeniz yolculuğu sırasında, Sarp sınır kapısının ardındaki yeşil tepeler, Batum’un rengini ele vermişti bana. Artvin’in Camili Köyü’nde de aynı yeşil tepeler karşıma çıkmıştı. Muhtar, o tepelerin Gürcistan olduğunu söylemişti.
Gittim, gördüm ki, Batum gerçekten de yemyeşilmiş. Yüzünü lacivert Karadeniz’e dönmüş, sırtını dağlara dayamış olan bu küçük şehir, meğerse boşu boşuna Gürcü krallıklarının gözdesi olmamış.
Batum’un yeşil olduğunu tutturmuştum ama ikliminin bu kadar sıcak olacağı hiç aklıma gelmemişti. Ben Kafkasya’ya hep sert bir iklimi yakıştırmıştım nedense. Oysa Batum, rutubetli, sıcak, bunaltan, insanı gölgelere doğru iten bir havayla karşıladı beni.
Yeşil tepeleri çok düşünmüştüm ama kentin kendisini hiç hayal etmemiştim. Onun için ne düş kırıklığına uğradım ne de gördüklerime şaşırdım.
Batum nasıl bir kentti? Bir defa “iki yüzlü” idi. Yüzün biri yoksul diğeri ise zengindi. Kentin tam ortasında Komünist rejimden kalma 4-5 katlı, kutu kutu evlerde hala yaşam sürüyordu. Bu evlerde herkes kendi kutusunu kendine göre inşa etmişti. Kimi duvarını tahtayla kaplamış, kimi çinko levhaları uygun görmüş, kimi kırmızı renge sığınmış, kimi pembe ile süslemişti. Balkonlarda çamaşırlar uçuşuyordu. Giyinmekten ve yıkanmaktan rengini atmış, yıpranmış çamaşırlar, evlerdeki yoksuluğu bir bakışta ele veriyorlardı.
Ama bu yoksulluğun hemen yanı başından yükselen gökdelenler, Batum’a sınıf atlatıyordu. Onlar kentin bugünkü simgesi olmuşlardı: Yeni, yüksek, görkemli ve zengin.
Batum bana hiç yabancı gelmedi. Her köşesinde bizden izlere rastladım. 314 yıl Osmanlı’nın Lazistan Sancağı’nın merkezi olan bu kent, insanda her hangi bir Anadolu kentinde dolaşıyormuş hissi veriyordu.
Modernin ve geleneğin yan yana olduğu Batum, bizden biriydi ve bizi seviyordu. Onun için ne vize soruyorlar ne de pasaport istiyorlardı. Ülkeye girmek için nüfus cüzdanını göstermek yeterli oluyordu. İlk kez bir ülkeye pasaportsuz girdim.
Acaba bu sevginin öteki yüzünde, kumar severleri gazinolara çekme kaygısı yatıyor olabilir miydi? Batum bir “Gazino” cennetiydi. Neredeyse her köşe başında bir kumarhaneye rastlamak mümkündü. Özelikle haftasonları müşterilerin çoğunluğunu Türklerin oluşturduğunu söylediler. Neden olmasın ki! Sarp sınır kapısı 14 km., Trabzon bir saat uzaklıktaydı. İstanbul-Batum arası uçak yolculuğu ise sadece 2,5 saatti. Yani Türkiye, kumar masalarına bu kadar yakındı.
Gece hayatının da oldukça renkli olduğu söylendi ama kırık kolum yüzünden bu hayatın içine akamadım.
Batum’un kıyısı neredeyse boydan boya plajdı. Ama plajın kumu yoktu. Çakıl taşlarının üstüne yatıp güneşlenebiliyordunuz. Ama Karadeniz pırıl pırıldı. Dalgaların uslu uslu kıyıyı okşamasına bakınca insan Karadeniz’in onca hırçınlığını unutup gidiyordu. Hele güneş batarken üstüne düşen kızıl kızıl çizgiler onun tüm hışmını, sertliğini alıp götürüyordu. O saatlerde Karadeniz romantikleşiyordu.
Batum’un çevresindeki yeşil tepelerin biri Botanik Bahçesi’ydi. Gürcüler bu bahçenin varlığı ile çok gururlanıyorlardı. Bu konuda haklı sayılırlardı. Anlatılana göre, bahçenin kurucusu Rus Botanikçi Andrey Nikolayevich Krasnov’tu. Rus bilim adamı, bu bahçeyi oluşturabilmek için tam 30 yıl tüm dünyayı dolaşmıştı. 1912 yılında açılan park, içindeki 5 bin tür ile dünyanın ikinci büyük Botanik Bahçesi ünvanını almıştı. Parktaki bitkiler, Uzak Asya, Yeni Zelanda, Kuzey Amerika, Güney Amerika, Himalayalar, Meksika, Avustralya ve Akdeniz bölgelerinden getirilmişti. Parkın bir kapısından diğer kapısına kadar, kuş sesleri, kokulu gölgeler altında, bitkilere hayran ola ola uzunca, huzurlu bir yürüyüş yaptım.
Deniz kıyısındaki Alfabe Kulesi, kentin simgelerinden biri olmuştu. 130 metre yüksekliğindeki kulenin sarmal duvarlarında alfabedeki 33 harf sıralanmıştı.
Kulenin hemen yanıbaşındaki “Ali ile Nino” heykeli, bence Batum’un en etkileyici noktası. Tamara Kvesitadze tarafından yapılan 7 metre yüksekliğindeki iki heykel, bir kavuşma ve ayrılık öyküsünü anlatıyordu. Birbiri etrafında dönen heykeller, her 10 dakikada bir kavuşup, tek vücut haline geliyorlardı.
Sözün özü: Batum uzunca bir hafta sonu geçirmek için en doğru adreslerden biriydi. Herkes için sunacak bir şeyleri vardı.
Etsiz, hamursuz olmaz
Gürcü mutfağındaki yemekler, damağımıza pek yabancı değil. Çoğu bildik tatlar. Bu mutfağın baş rolünde et bulunuyor. Et yemeden doymuyorlar adeta. Eti ise hamur izliyor. En bilinen hamur yemeğinin adı: Haçapuri. Bir nevi peynirli pide olan Haçapuri’nin, Karadeniz pidelerinin atası olduğu öne sürülüyor.
Mekik şekli verilen hamurun ortasına, önce İmerilutan denen lor türü tuzsuz bir peynir konuyor. Bunun üstüne de dilim dilim doğranmış Sulugani peyniri diziliyor. Fırına sürülen pide, peynirler kızarmaya başlayınca dışarı çıkartılıyor, üstüne bir yumurta kırıldıktan sonra tekrar fırına sürülüyor. Bir iki dakika sonra çıkartılıp servis ediliyor. Haçapuri’de pide, Karadeniz’deki tekneleri, yumurta ise güneşi simgeliyor. Bu lezzetli pide her bölgede başka türlü yapılıyor.
Sofralardan eksik olmayan bir başka yemek de Lobio. Bu fasulye ezmesi, dövülmüş ceviz, bol sarmısak, soğan ve kişnişle yapılıyor. Bizim damağımızın pek alışık olmadığı maydanoz benzeri taze kişniş, Gürcü mutfağında çok bol kullanılıyor.
Çakapuli de en sevilen yemeklerden biri. Bu yemek, kemikli kuzu eti, bol soğan, kişniş, kereviz, yeşil biber ve taze tarhunla yapılıyor.
Bizim şiş kebabın ikiz kardeşi Şaşlık da, sevilen yemeklerin arasında yer alıyor. Benim en favori yemeğim ise Gürcü mantısı Hinkal oldu. İçinde kıymalı iç bulunan bu mantı büyükçe bir bohçayı andırıyor. Önce bu bohçanın bir köşesini ısırıp, oradan içerideki et suyunu içiyorsunuz. Sonra da mantıyı yiyorsunuz. Gerçekten de çok lezzetli bir hamur işi.
Tandırda pişen pide türü ekmekler de sofraların gözdesi. Hele sıcak sıcak yenmesine doyum olmuyor.
Balık, Batum’da sevilen yiyeceklerin arasında yer alıyor. Balıklar yabancımız değil. Hepsi Karadenizli: Kalkan, hamsi, mezgit, tekir, istavrit ve kefal. Genellikle yağda kızartılıyor.
Kırmızı ve yeşil erikten yapılan soslar sofralardan eksik olmuyor. Hemen her yemeğe bu soslar eşlik ediyor. Sofraların değişmez içkisi ise tabii ki şarap. Gürcü şarapları oldukça lezzetli. Son zamanlarda dünya piyasalarında adından bahsedilmeye başlanan bu şaraplar ülkenin önemli ihraç maddelerinden biri. Konyak da yabana atılacak gibi değil. Şarapla arası iyi olmayanların tercihi ise armutlu veya tarhunlu gazozlar oluyor.
Yemekten sonra genellikle Çaça denen, yüksek alkollü, renksiz içki içiliyor. İtalyan grappasına benzeyen bu sert içkinin mezesi ise salatalık turşusu.